Bugün üzüntü duymanız beklenen yerde acıdan kıvranıyorsanız, endişelenmek yerine panik yaşıyorsanız, utanmak yerine yerin dibine geçiyorsanız, neşelenmek yerine ağırbaşlılıkla kendinize yerinizi bildiriyorsanız, duygularınıza ihtiyaç olduğunda donup kalıyorsanız eğer, bir gün bir yerlerde uzak geçmişte bir şeyler oldu. Kendinizi sürekli mutsuz hissediyorsanız ve bu hayata “bitse de gitsek” gözüyle bakıyorsanız.
Başkalarına şiddet uyguluyorsanız yani hakaret ediyor, aşağılıyor, hep kendinizi haklı görüyor, asla empati yapamıyorsanız ve başkalarına verdiğiniz acıyı göremiyorsanız, bir gün bir zamanlar bir şeyler oldu. İnsanlar sizden korkuyor ama korktuğunu bile hissettirmekten korkuyorsa, siz de korkularınızdan korkuyorsanız, sevilmek veya sevmek tehdit ediyorsa.
Duygularınız sürekli değişiyor, birisini çok severken kendinizce bir sebep bulup nefret ediyorsanız, ilişkileriniz tutarsızsa, yakın çevrenizde kimse uzun zaman kalamıyorsa ya da kalsa bile kendi gidemeyişine yenildiği için kalıyorsa bir şeyler oldu geçmişte.
Fedakârlık yapmak için her hücrenizi tükettiyseniz ama hala onay ve takdir görmek için ek hesabınızdan hücreler satın alıyorsanız. Kırk yaşında hala altı yaşındaki haliniz kadar çaresiz hissediyorsanız, bir zamanlar acı veren, kalbinizi kıran, kafanızı karıştıran bir şeyler oldu. Onunla devam edemeyeceğinizi hissettiren türde. Belki bir anda oldu belki de uzun zaman devam etti.
Ama siz onu inkâr ettiniz. Bilerek ve isteyerek değil aslında. Ama bazen de öyle. Bazen yok saydığınızı fark edemeyeceğiniz kadar hızlı olur bu inkâr. Yıldız kaymasından çok daha hızlı. Bazen de ara ara hatırlar, acısına ve sorgusuna katlanamaz, geçmişin üzerinde düşünmenin ne kadar da büyük bir zaman kaybı olduğunu düşünür ve geldiği yere geri gönderirsiniz duyguları ve düşünceleri. O şeylerin olduğunu dahi unutarak, bastırarak, kendinize ya da başkalarına yalan söyleyerek, kendi yalanına inanarak ya da gerçekten olmadığına inanarak, olmamış gibi yaparak yaşamaya devam edersiniz.
Oysa bugün anlıyorsunuz ki siz bakmadığınız için, orada olan “gerçek” yok olmuyor.
Sinsi sinsi bir huzursuzluk. Bir “ne yapsam olmuyor” hissi. Anlam aramanın anlamsızlığına yol alıyor. Sonra öyle bir zaman geliyor ki kendinizden hiç beklemediğiniz bir anda gök gürültüsüne ve şimşeklere dönüşüyorsunuz. Ya da bu canlılık bile yok. Ellenmese ve birisi seslenmese kimsenin size yaşadığınızı ispat edemeyeceği bir akıl oyununa dahil oluş. Terk edildiğinizi hissetmeye ama kimin terk ettiğine dair hiçbir bilginin olmayışına. Kaybetmekten ölesiye korkarken, yaklaşan her canlıyı öğütme makinesine dönüşüvermişsiniz.
Ya da öyle bir durumdur ki yaşadığınız henüz hiç kimse tanımlayamamış, anlayamamış, dahil olamamıştır. Üzerine söz söylenememiş kendi biricik hikayeniz. Artık hangisiyseniz. Çok da fark etmiyor. Günün sonunda ne yaşarsanız yaşayın “kral çıplak!”
Ama madem işimiz yaşamak, öyleyse bugün olanları anlayabilmek, acıyı yerli yerine koyabilmek, iyileşmek için geçmişe “yas tutmak” gerek. Sonra bunun da üzerine basıp yükselmek ve gelişmek ve tekrardan bir bütün olabilmek, dağılan parçaları toplayabilmek için.
Geçmişe yas tutmak, neyle karşılaşacağımızı bilmeden bir zamanlar ne olduğuna bakmak, cesaretle geçmişe uzanabilmek demek.
Kendimizden saklanmadan, karşımızda çıplak kalarak, kendimizi kendimizden korumayarak. Çok savunmayarak ama asla yargılamayarak. Mahkemelere ihtiyacımız yok. Amacımız anlamak ve uzlaşmak. Duygusuyla, oluşuyla. Acıdan kaçmayarak ama acıya da tapmayarak.
Geçmişe yas tutmak kaybettiklerimizi kabul etmek ama kaybetmenin ölmekle eş değer olmadığını bilmektir. Kabul etmek teslimiyet değildir. Yaşamın kaçınılmaz gerçekleri karşısında payımıza düşenin ne olduğuna bakmaktır. Acıyı eğitmen yapmaktır.
“Yas tutmak” öylesine korkulan, kaçınılan, aşağılanan bir kavram ki. “Acı çek!” emri veriliyor sanılıyor. Buna vakit olmadığında ise fazlaca öfke yaratıyor yas tutma meselesi. Özellikle bu kendini ötekilere ispat ve hız dünyasında işi daha zor. Günün getirdikleri, tamamlanmayı bekleyen işler, birlikte yaşadıklarınız, sorumluluklarınız. Acı çekme kültürünü çok yanlış anlayıp, yürek dağlamak için her fırsatı değerlendiren bir toplumun çocukları olmaktan da zaten onca yıl ne çok utandınız. Şimdi “her şey eğlenceli”nin sunum formülünü bulmuşken yani başkalarına “ne kadar da yolunda işler ve bakın nasıl da hallediyorum” demeye şartlanmışken. Doğunun kalbi, batının aklı diye diye kim olduğunu unutmuşken. Sırası mı şimdi acı çekmenin? Ne gerici bir hareket. Bu kadar ilerlemişken.
Oysa yas tutmak acı çekmek değildir sadece. Her duyguyu çekmektir. Yaşadıklarınızı hissetmektir.
Herkes olanı biteni geçmişte aramamaya kararlı. Hep önüne bak, yoluna git, tünelin ucundaki ışık, hadi fırla diye öğretildi. Ardımızda kalanlar ve çocukluğumuz boyunca yaşatılanlar adı üstündeydi. Geçti. Bitti. Bir daha hiç kimse kendini öyle çaresiz ve ürkek hissetmek istemezdi. Ama olmuyor işte dönüp bakmayınca. “Böyle öğrendiğim için böyle davranıyorum” dan daha fazlası var işin içinde.
Peki geçmişte arayacak olduğumuz ne?
Siz neyi kaybettiyseniz o. Cevabı, bugün neye ihtiyaç duyduğunuzda.
Neden bu kadar fazla takıldınız güvenli hissetmeye mesela? Belirsizliğe tahammül edemiyor olmak niye? Sürekli bir “başım belada” hissiyle yaşamak. “Bağlanmaktan korkmak” diye moda bir tabir var hani herkesin dilinde. Belki bu sizin de hanenizde ve gerçeğinizde. Yalnız ve çaresiz hissettiğinizde nasıl yardım isteyeceğini bilemiyor olmak ya da dramalardan beslenmek ya da katlanılamayan acıyı bir takıntıya transfer etmek. Sizin duygusal, fiziksel, cinsel ihtiyaçlarınız neler söylüyor size?
Bir zamanlar eksik kalan ya da kaybedilen bugün hala hükmünü sürdürüyor.
Geçmişe yas tutmak cevap aramaktır. Açıklamak, anlamak ve dönüştürmektir.
Hangi yaşınıza kadar hatırlıyorsunuz olanları? Yapılmaması gereken, yanlış denilen bir hareket yaptığınızda size neler yapılırdı? Üzüldüğünüzde kime sığınırdınız? Öfkelenmeye hakkınız var mıydı? Herkesten sakladığınız aile sırları? Kendiniz dışında herkes olmaya razı mıydınız? Emek verilmiş, değerli görülmüş bir çocukluk muydu? Peki hiç konuştunuz mu çocukluğunuz hakkında annenizle ya da babanızla? Ya da hiç kendi yedi yaşınızdaki halinizle mesela, oturtup karşınıza dinlediniz mi neye ağladığını? Sesinizi duyan var mı?
Ardınıza baktığınızda alacaklı olduğunuz bir dünyaya öfkeleniyor musunuz hala?
Sorular bizi tehdit etmez aslında. Bize ürkütücü gelen cevapları bulduğumuzda onlarla ne yapacağımızı bilememektir.
Çünkü çözülmemiş meseleler, yarım kalmış dosyalar olayların tüm sorumluluğunu tekrardan yanlış adrese gönderir. Yani kendini suçlayan çocuğa. Olan biten her şeyin, ihmal ya da istismar edilişinin, anneyle babasının kavga etmesinin sebebini masumca kendinde arayan çocuğa. “Yeterince iyi bir çocuk olsaydım tüm bunlar olmazdı. Önemli olsaydım beni duyarlardı. Sevilmeye layık olsaydım severlerdi. Değerli olsaydım benim de herkes gibi hala evde bir babam, bir annem olurdu. Terk edilmezdim, dayak yemezdim ben doğru olanları yapabilseydim. Hepsi benim yüzümden.”
Çünkü çocuk zihni “bu benim suçum!” diyerek çalışır. Böyle baş eder kendine yapılanlarla. Çünkü ebeveynini suçlamak cesaret ister. Kimsesiz kalmaktansa suçu üstlenmek daha kolay gelir ve daha güvenli. Hem suç kendinde olursa, belki sonra bunu temize çekerek, yeterince iyi, uslu, doğruyu yapan biri olarak ya da başka yöntemler uygulayarak durumu düzeltebilir.
Geçmişe yas tutmak “olanlar benim suçum değildi” diyebilmektir. Yaşamak için bir suçlu bulmaya da ihtiyacımızın olmadığını bilmektir. Olan bitenin tesadüfi ve sessiz tanıklarıydık çocukluğumuzda. Bizim yaptığımız ya da yapmadığımız herhangi bir şeyden kaynaklanmadı yaşananlar. Bizim işimiz bundan sonrasında. Mevcut yaralarla ne yapacağımızda. Kuşaklar boyu aktarılan döngüyü kırıp kendi hayatını kurgulamakta. Aktarılanların zincirini kırıp, taşıdıklarınızı çocuğunuza aktarmamakta.
Yaşamın sundukları karşısında neler hissettiğimizi fark etmeye çalışarak başlarız. Benim gerçeğim ne? Belki tekrardan tanışırız kendimizle, yeni bir bağ kurarız. Belki de kaldığımız yerden devam ederiz. Ama bilinçli bir farkındalıkla. Almamız gerektiği kadar bir sorumlulukla.
Geçmişe yas tutmak hikayemizi kendimize tekrar anlatmakla mümkündür. Bu hayatta bundan sonra neyin mümkün olduğunun gözünün içine bakmakla. Duygusuz ve kelimesiz bırakılmış olan her şeye bir isim takmakla.
Kendimizin sanığı veya tanığı olacak kadar büyümüşüzdür nihayetinde. Geçmiş ne aşağılıktı ne de çok yüce. “Geçmiş” sadece yaşananları temsil etmez artık. Gelecek için çok değerli araçları barındıran yük gemisidir ayrıca.
Hatıraları çağırdığımızda bizi oluşturanlarla yüzleşip yine de kaçmamakla. Esnek ve dik durmakla.
Geçmişe yas tutmak, geçmişe yaslanmak ve sonrasında ayakta tek başına durabilmekle mümkün olacak. Hızlıca olmayacak. Hep kazanmaya doğru olmayacak. Onca yılda bozulan hemen onarılmayacak. İçeri almak, kabullenmek zaman alacak. Ama sonra farkında bile olmadan alışılanlar, anlaşılanlar dosyasına kalkacak. Ve sonra sarmalın nihai yönü hep yukarı olacak.
Hayal etmek, istemek ve elde etmek arasındaki farkı da öğretiyor hayat insana zamanla. Yaşamın olağan talepleri huzur veriyor yas tamamlandığında.
